Pages

20120704

3.2 German KurtKapan

İşaretlenme zamanı: Kuzeydoğu büyük iç savaşı, vadi ortası, terk edilerek kazanılacak zaferi göremeden hemen önce. (Kuzeydoğu, dünya atlasında ekvator çizgisinin kuzeyi ile ‘eskidünya’ sayılan doğu yönlerinin kesiştiği geniş topraklardır. Günümüz tanımı; Avrupa, Kuzey Afrika, Asya plakalarında bulunan bütün insanlar, kuzeydoğulu sayılır, yukarıdan bakan gözlerde! Kehanet edilmiş uzak gelecek sanılan yakın gelecekte, insanlığın mücadelesi bu diyarda yaşanacaktır. Uzak sayılan yakın geçmişe, ‘kuzeydoğu’ kaderini taşır. Bir anda çıkan savaşların nedeni, geleceğin uzak geçmişe gönderdiği “Simetri Etkisi”dir, yazanın gönlüne gizlenen dillenmiş düşünceye göre.)
Kendi ağzından:
“Kurtları kapardım. Dünya yüzeyinde dolaştığım zamanları anlatmakla başlayacağım. Neden seçilmiş olduğumu hala bilmiyorum. Ailemden koparılan, uzak diyarlarda bir avcı olarak yaşamak zorunda bırakılan bir insandım. Savaş meydanlarına çekildiğimde, yaşım yirmibirdi. O zamanlarda bir insandan beklenen; kadın ya da erkek, savaşarak ölmekti. Dünyada mücadele etmeden kendi ininde bekleyerek yaşlananları, gençler yeterince sevmezdi. Bilmediklerini gençlere soran bir yaşlı gördüğümüzde hemen oradan uzaklaşırdık. Kibrimiz bizi savaşlara sürükler, bir an önce yara almayı düşler, bu yara ile övünecek bir akşam sofrası arardık. Ağır yara alanların kahraman unvanı almak için bekledikleri iyileşme süreci daha saçmaydı. Ölümle arasında ince bir sis tabakası kalmış, gitmekle kalmak arasında bocalayan bir genç savaşçı için gülünesi bir durum. Ne için savaşıyorduk? Kendi benliğimiz için. Kendimiz için ölüme gidiyorduk. Üstelik bizi anacak olanların ömürleri buna deymeyecek kadar kısaydı. Boşuna ömür tüketen yaşlılardan farkımızın olmadığını işaretlenince anlıyorduk. Üzecek anıları unutturan şerbet sayesinde dünde kalanlardan kaygı duymamıza izin verilmezdi. Kayıtlarımızdan silinenleri anımsamak istemiyorduk. Diğer işaretlilerin geçmişlerini umursamadan bineğime biner, bildirilen yere giderdim. Karma karışık bir işti bu. Ölmek isteyip ölemeyen bir zavallıya benziyorduk. Mutluyduk. Ama bu istenmeyen bir mutluluktu. WalHalla’hın sahibi, bizi tek olarak çağırdığında ise merakla süslenmiş korkumuz artardı. Sizin anladığınız türde bir korku değildi bu. Korkmazdık aslında. Ancak hissettiğimiz, korkuya çok yakındı. Gönderildiğimiz yerden geriye dönüş yoktu. Bir ölümsüz için korku yoktur. (Aslında biz ölümsüz değildik! Sadece ölüm eşiğini aşmış, mezar çukuruna konulmaktan men edilmiş kişilerdik. Yoksa sizden üstün değildik. Sizi de siz istemediğiniz halde işaretleyip aynı şekilde yukarıya alabilirlerdi.) Buna korku deyişimizin nedeni; başka bir kelime ile ifade etmeye çekinmemizden kaynaklanıyor. Sözü uzatıp ne yazanı ne de siz okuyanı yormaya niyetim yok. Ancak aklıma gelenlerin tamamını, sizin anlayabileceğiniz bir dilde ortaya koymak, anlaşılır olmanın ötesinde hafıza kayıtlarınızda belirgin bir iz bırakmak üzere görevlendirildim. O kadar German içinde beni seçmeleri, kibir tehlikesine bulanmama neden olabilirdi. “beni seçmeleri” derken çoğul ifade kullandım. Zira WalHalla sahibi kendine hiç “Ben” demez. “Biz” demesine neden olan tünelin öte ucunda bilmediğimiz birileri olmalıydı. Buna kafa yormamız anlamsızdı. Bireysel umudunu yitirmiş, farklı bir umutla yüklenmiş, sevmeye/sevilmeye esir olmuş biz işaretliler, nereden geldiğini bilmediğimiz bir huzurla zamanda ileri doğru akar, ara sıra siz ölümlülere görünür, bundan gereksiz bir kibir duyardık. Buna izin verilmesi için sizin de işaretli olmanızın takdir edilmiş olması gerekiyor!
(Kibir yakar insanı, kibirlenme J)
Gerçekte, bizi yaratan, dilediği bir isimle, feda ettiğimiz benliğimizi ödüllendirecekmiş. Cennet bahçesinde (ki bunun provasını WalHalla’hda yapıyormuşuz.) bizi bu isimle selamlayacakmış. Masal gibi. Kendisinden başka bir kudretin olmadığına iman etmemizi isteyen bu yaratıcıyı kendi gözlerimle hiç görmedim. İçimde işaretlendiğim halde şüpheden ziyade nasıl bir şekil olduğu konusunda derin bir düşünce var. Nasıl bir görüntüye sahip? Ya da bir görüntüye sahip olmayacak kadar yukarıda mı? Yazarın anlatmaya çalıştığı fizik kurallarından haberdar değilim. “Boyut” dediği, bana anlamsız gelen ifadelerden uzak duracağım. Gördüğünüz gibi kelime dağarcığım sınırlı. Sürekli tekrarlanan sözlerimle yenileme yapıyorum. Biz burada konuşmayız. Düşündüklerimiz karşımızdaki işaretliye gider, cevabımızı onun düşündüklerinden çeker alırız. Özel düşüncelerin üzerini örter, onu bu iç konuşması ile baş başa bırakırız. Etik değil mi? Siz nasıl yapıyorsunuz? Hala ağzınızın içindeki dil ile mi haberleşiyorsunuz? Basit! Diliniz kesilirse ne yapacaksınız? Ellerinizle mi? Onları da kesebilirler? (WalHalla’hın sahibi beni uyarıyor! Gereksiz görünen önemli konularda fazla konuşmamı (düşünmemi) istemiyormuş.)
“KurtKapan” konusuna yeniden giriyorum. Kısa ve öz bir anlatımla!
Beni esir alan bir klanın, bedenimde dışa vurduğum iyi görünüme, kas ve kemik yapısına neden, savunma askeri olmuştum. Bana ok atmayı ve kılıç kullanmayı öğreten, daha önce esir olmuş başka bir askerdi. Barış zamanlarında klanın asıl sahiplerine av hayvanları sunar, onların sevgisini kazanmaya çalışırdık. Kaçmaya çalışanları yine bize arattırırlardı. Yakalananlara verilen cezayı biz infaz ederdik. Böylece kaçma düşüncesini bizden silmeye çalışırlardı. Klanın asilleri üstün silahlara sahipti. Onların giyimleri farklıydı. Ok ve kılıç kullanmazlardı. Yakın dövüş yapmadan uzaktan vururlardı düşmanlarını. Bizi neden tuttuklarını düşünürdüm o zamanlar.
Klanın et ihtiyacını karşılamak bize düşerdi. Av hayvanlarımız içinde olanlar kadar av hayvanı sınıfında olmayan, ama av hayvanlarımızdaki etin tadını en az bizim kadar seven, bazı avcı hayvanlar vardı. Kurt, bunların başındaydı. Barış zamanında savaş eğitimi gibi kurtlarla boğuşurduk. Elini, ayağını bu uğurda kaybeden çok esirdaşım olmuştu. Bir kurda asla önden saldırılmazdı. Onların en zayıf yeri üst (ve saldırılması imkansız görünen alt) bölgeleriydi. Kendilerine yukarıdan birinin saldırabileceğine akıl erdiremezler, dört yöne (sağı, solu, arkası, önü) bakarlar, koku alan burunlarına güvenirlerdi. Ben kurt kapardım, onların koyun kapmasına karşılık olarak! Koyunlar kurttan korkardı. Bir kurdu nasıl kaptığımı gören kurtlar da kurtkapandan korkardı. Avcıyı av yapardım. Onu nasıl kaptığımı anlatmadan önce kapılan kurtların başına gelenleri anlatayım mı?
Kurtların dünyasında avın kokusunu aldığını iddia edecek olan sadece liderdir. Diğerleri ona tabiidir. KurtKapan adını bana verin WalHalla’hın asıl sahibi! O beni işaretlemeden önce izlermiş. Kendisi, gençliğinde bunu hiç denememiş. Onun benden hangi yönüyle üstün tutulduğunu sormayı düşündüğümde cevabı sessizlik olmuştu. Sonra bu sırrı benimle paylaştı: Seçkin bir kurt için canını vermiş. Bir hayvan için ölümü seçeni de WalHalla’hı kurmak üzere seçmişler. Onun kurt dediğine bakmayın. (Yazarın ağzından anlatıyorum tabi. Bu yüzden anlatımlarımız birbirine benzer. Suyun rengi, zeminin rengi değil midir? Denizin rengi üstzeminin rengini almaz mı? Bulutlar kibirlenmesin.) “SeçkinKurt” adını verdikleri, bir insandı, uğruna canını verdiği. Onu, eskiden sulak bir yer sayılan(Adının OreN olduğunu anımsıyorum.), insanlarının orman tarımıyla ömürlerini tükettiği bir yerde, yaratıcının, insanı neden yarattığını anlatmak üzere aralarına serptiği, “ŞeçkinKurt” adını verdiği birini kurtarmak için öldürülmüştü. Bunun ödülü olarak yaratıcı kendisinden WalHalla’hı kurmasını istemiş. Efsanede anlatılanlar ise bir örtü! Örtünün altında yatanlar kendilerini gizler.
KurtKapan adını bana verdiği için onu sevmiştim. WalHalla’ha ilk girişimde bu isimle çağrılmak hoştu. Kurtları nasıl kaptığımı biliyordu. Siz de bilmek ister misiniz?
Bir ağaç üzerinde sabırla beklerdim. Kokumun alınmaması için üzerimdeki elbiseleri tütsülerdim. Beni ağacın bir parçası zannetmelerini umarak onları gözlerdim. Diğer avcılar kurtları bana doğru sürerlerdi. Üzerlerine atlayacağım yerde, merakla önünde durup koklamaları için geçmiş günlerin yemeklerinden kalan pişmemiş kemik parçalarını koyardık.”   

KurtKapan devamını anlatmaktan vazgeçti.
Konuyu işaretlendiği güne aldı.
   
“ “Elinden geldiği kadar çabala” dedi ve sustu. Bunu diyenin gözünde korkak biriydim. Ne öne geçebildim ne de geride kalıp izleyebildim. Hepimizi eşit tuttular. İçimizde korkusu olanları arındırdılar. Korkusunu gizlemeye çalışanı, “Ben asla korkmam” diyeni, aramızdan aldılar. Yenilendiler. Yeniden aramıza alındılar.
Şehir dedikleri yere ulaştık. Kuşattıklarımız tarafından kuşatıldık. İç içe geçmiş bir zeminde yol aldık. (İşaretli denilen “Şehitler” ölmez, anla okuyucu.) Anlaşılmazdık. İçeriden saldırdık. İmanı zayıf olanlar hiç yara almadılar. İmanı ile çarpışanların neredeyse tamamı ölümcül yaralarla ağırlandı. Kan aktı. Öldürdüklerimize üzüldük. İçimizde kin yoktu. Zannedildiği gibi öldürmekten dolayı mutlu değildik. İnandığımız amaca hizmet ediyorduk. Karşımızdaki insanlar işin aslını bilmiyorlardı. Onların amacı bize uygun gelmemişti. Zamanla anlayacaklardı. Ama bu zaman dilimi bizim tahammül gücümüzün üzerinde kaldı. Saldırmak zorundaydık. Onları dünyadan silmekle görevlendirilmiştik. İçlerinden aman dileyenleri sorgulayacak ve içlerinde olup bitenleri görenler tarafından verilecek karara saygı duyacaktık. Düşünceyi okuyan az sayıda yandaşımız vardı. Onlar cephede savaşmazlardı. Ellerine kılıç aldıklarını hiç görmedim. Kimseyi yaralamayanlardı. Yaşadıkları yer, bizden ayrı tutulmuştu. Yaptıklarını unuturlardı. Kin tutmalarını engelleyen bir tutumları vardı. Kimse ile ismen selamlaşmazlardı. İsimleri değil yüzleri önemseyenlerin gözünde, biz savaşçılar sıradan insanlardık. Bizi küçümsemeleri kibirlenmemizi engellerdi. Onlar gibi biz de yerdik, içerdik. İnsanların birbirinden üstün olmadığını ısrarla vurgulayan bu kitle, bizden uzak durmakla neyi amaçlıyordu?
Yakın hedeflere yapılan saldırı amacına ulaştığında geriye çekilir, sağ kalanları izlerdik. İçlerindeki öfke, yenilmiş olmanın acısı, onları umutsuzluğa sevk ederdi. Artık bittiğini bildikleri halde ölümüne kin kusarlardı. Onları bu haliyle öldürmek zorunda kalışımız içimizden çoğunu üzerdi. Bizlerin de bir gönlü vardı. Karşımızdakiler insandı. Hata yaptıklarını bilmiyorlardı. Onların yerinde biz de olabilirdik. Ancak… Acımamıza izin yoktu. Kendi seçimleri ile karşımıza çıkmışlardı. Onların beyinleri, artık geriye dönmeyecek kadar kesin bir düşüncedeydi. Yok edilmesi gereken bir kavimdiler. Bizim sayımız azdı. Onların çokluğu ile övünmeleri, bizim azlığımız ile sevinmemiz… Çelişki… Ama bunları yaşadık.
Kuzeydoğu büyük iç savaşında başımıza gelenler tuhaftan öte anlaşılmazdı. Bizi öleceğimizi bildikleri halde alınması imkansız görünen vadilere sürdüler. Atımla birlikteydim. Sağımı solumu kaplayan kardeşlerimin arasındaydım. Yüzlerindeki ifade, soğuktan irkilmişlerin anlayacağı dilden konuşuyordu. Vadinin diğer ucunu tutan, vadiyi dağlarla buluşturan yolları ele geçirmiş düşmanımızın öldürme zevkine alet edilmiştik. Buna önce kızacaktım. Ancak sonra vazgeçirildim. Kazanmak için ölüme gönderilmiştik. Bizim gibi orta büyüklükteki bir kuvvete saldıran düşmanın içinde yol ağızlarını tutan artçıları da olunca, bizimkilerin pusu birlikleri devreye girmişti. Düşman bizi ortasına almış eritirken, bizimkiler de onları yol ağızlarından püskürtmüş vadi içine hapsetmişlerdi. Erimeyi öylece beklemedik. Vuruşarak can verdik. Benim güzel atımı öldürdüklerinde yaralarıma inat canlıydım. Atının üzerinde ölemeyen az sayıda savaşçıdan biri olarak atımı kendime siper edindim. Üzerime yağan oklar yüzünden düşmana kılıcımla darbe vuramadım. Korkan düşman bana yaklaşamamıştı. Bizlerin tamamen biçildiğini gördüklerinde mutluluktan, arkalarında çevrilmiş olduklarını gördüklerinde ise korku ve sinirden gülümsemişlerdi. Orada işaretlenmekte olduğumu anlayacak emarelerle donatıldım. Kendime ışıldıyordum. Ölmüştüm. Canım ok girişleri ile acımıştı. Bu acıyı unutturacak olan görevlinin bana görünmesi esnasında bana yaşatılan mutluluğu nasıl anlatayım? Efsane dedikleri WalHalla, bir yolcusunu alıyordu. Bu yolcu bendim. Meydanda kanla örtülmüş savaşçı esirdaşlarımı aradım. Onların ışıltısını ancak kendileri görebilirmiş. WalHalla’ha girmeden, kimin canını hak eder verdiğini ve işaretlendiğini bilemedim. Beni almak üzere yanıbaşımda belirenin yüzü gülümsüyordu. Çektiğim acıdan mutlu olmuşlardı. Aralarına bir kardeş alıyorlardı. WalHalla, ana rahmi kadar şevkatliymiş ve içinde bulunabilenler birbirine rahim kardeşi sayılırmış. Yaratıcının gizlenmiş isimleri ile tanışınca daha mutlu olacağımı fısıldadılar. Kapıdan girerken verilecek isim ile müjdelediler. Öldüğüme ve savaştan sağ çıkamadığa üzülmek yerine, ışıldayan bedenimin sürüklendiği WalHalla’ha baktım. O, gökyüzünde, ötelerde bana ışıldıyordu. Onu dünya zemininden izlemek zevk veriyordu.
İşaretlenmiş olduğumu bilerek, zemine her inişimde, fırsatını bulup, yeni mekanımı aşağıdan izler olmuştum. Orası benim yeni vatandımdı! Üstelik biz işaretliler soyut bedenimizle kaybetmekten men edilmiştik. WalHalla’hdaki cennet bahçelerini hiç kaybetmeyeceğim. Ya sen? Sen neredesin?”