Pages

20120704

1.1 Rahim İçinden Görünen Dışarı

Dünyaya ilk geldiğim gün! Ağlayarak uyandım. Ayaklarım yere basamayacak kadar yumuşaktı. Tabanlarım ağırlığımı kaldıramazdı. Hafifleyemedim. Ağırlaştım. Tabanlarım kuvvet kazandı. Bu ağırlığa hazırlandı. Kazandı. Başardı. Ayağa kalktım. Yürüdüm. Okumaya başladım. Düşünmek zorunda kaldım.
Kitaplar vardı. Kimisi kitaphanelerde sıralanmış; eskimiş bilgilerle donanmış. Kimisi ayaklı; yakınımda yürüme imkanı. Bazı kitapların nefes aldıklarını gördüm. İçine çektikleri bilgiyi okumayı isteyecek olana sunmak ister. Yakın durduklarını anladım. Kitap dediğim canlı bir insanla karşılaştım. Bilmediklerini öğrendiği anlatıcı başka bir kitaptan bahsetti. Aldığını buraya aktarmasını istedim. “Efsane” dedi.
Dilim, ağzımda hapsolmuş. Dişler gardiyan, çıkışa izin kısıtlı. Dili, kafesten dışarı çıkışında “ayıplanma” beklemekte. Ağzım açılmak istemiyor. “Ya kaçarsa?” “Ne kaçarsa?” Bilgi bu kadar tehlikeli! Kaçarsa gittiği yerlerde yeniden doğar. Doğan her ne ise kaynağından ayrışır, bir efsane adını alır. İnsanlar efsaneye inanır… Kaynağını görmez.
Okunası kitaplar vardır. Ayaklıdır! Sizinle oturur, konuşur, yer, içer. Size kendini anlatır. Dili ağzında gizler. Ama siz okumayı bildiyseniz o kişiyi okursunuz.
Mitleşmiş efsaneleri okudum. Tarihi buldum. Sıraladım. En öncesine ulaştım. İlk yaratılış efsanesini elime aldım. Bir kısmı saçma! Bir kısmı inandırıcı! Bir kısmı sarsıcı! Bir kısmını unutmak istedim. Bir kısmı, diğer kısımlardan doğmuş diye düşündüm. Gözlerim yoruldu, okumaktan. Sahibinden şikayetçi oldu. Asıl sahibini biliyor mu? Benim asıl sahibim kim? Efsanelerin sahibi; biz insanlar. Bize bunu yazdıran, okutan kim?
Gülen yüzler gördüm, ağlayanlara sevinen insanlardan. Anlamını çözmeye gücümün yetmediği bakışlar altında ezildim. “Sen delisin!” deme cüretini gösteren kaçkınları buldum yanımda. Onları yanıma çeken neydi? Efsanelere karışmış kahramanların benimle konuştuklarını anladım. Nihayet! Beynimde taşımaya çalıştığım sınırlı sayıdaki kelime sepetinden ne kaldıysa, okuduklarımı yazmaya başladım. Yazdıkça içimdeki istek azaldı. Okunamayan bir insan oldum. Kin ve öfke sahipleri tarafından yerildim. Yazdıklarımı okuma gücü bulamayan, gereksiz tekrarlarımdan usanan, içinde biriktirdiği ‘eksi’leri üzerime kusanlar oldu. Okuduğuma, okuduğumu yazdığıma, anlaşılamadığıma pişman oldum. “Yazmasaydın ya!” dediler. “iyi ki yazmışsın” diyenlerin sesine ulaşamadım, duyamadım. Sevmek zorundaydım. Sevemeyeni sevmek! İsteğimi azaltanın, bir gün gelip isteğimi arttıracağını anlayarak sevdim. Kin ve öfke duyanların, bir gün gelip sevgi ve hasret duygusuna kapılabileceklerini bilerek sevdim. Okumayı başaracaklarına, yazdıklarımı anlayacaklarına, yermek yerine sevmeyi seçeceklerine, “sen yazdın ya” diyeceklerine inandığım için sevdim. Onların sevgisi bana ulaşmadan ben sever oldum. Sevilmek isteyen de ben değil miydim?     
Efsaneler zihnimde yeniden sıralandı. Neredeyse hiçbiri inandırıcı değildi. Hangisini yazayım? Efsane içinde gizli kahramanlar, anılmadan yaşarlar. Zaman geçer, izi kalır. İzinde işlenen isimler, bizim gibi sıradan insanlar. Aktarıldıkça efsaneleşir. Abartılır. Tanrılaştırılır. “Tek”in yanına yamarlar. Onların fikri sorulmadan ellerinde hiç bulunmamış güçlerle birlikte yaşatılırlar.
Zamanın uzak ucundan bir efsane var. Adı, WalHalla! Önceki efsanelerden. Uzak kuzeyden. Etkiledi. Tabii olduğum milletin efsaneleri varken bu efsaneyi yazmak zorunda kaldım. Dedim ya: Hiç istemeden yazıyorum. Bu efsaneden kaçtım. O beni yakaladı. Anlatmak zorunda bıraktı.
Efsane aslını gizler. Kalın bir perdedir. Perdeyi sever kimi OkuR. Çok azı bu çengelden kurtulup eliyle perdeyi aralar, asla ulaşır. Sarsılır. Sarsılanların çoğu inkar eder, unutur. Çok azı sarsıntıyı atlatır, işin aslını okumaya koyulur.
WalHalla bir cennetmiş. Oraya sadece şehitler gidermiş. Can veren, gitmesi için işaretlenirmiş. (Bunu çok düşündüm. İşaret ne demek? Bir savaşçı neden işaretlenir? Kim işaretler?) Efsaneye göre işaretli savaşçıları, WalKüre denilen dişi savaşçılar, orada karşılarmış. Ballı şerbet tattırırlarmış.